'Serhat Kaya’yla Edebiyat, İnsan ve Toplum Üzerine Bir Röportaj' - Yaşam Cafe

'Serhat Kaya’yla Edebiyat, İnsan ve Toplum Üzerine Bir Röportaj'

'Serhat Kaya’yla Edebiyat, İnsan ve Toplum Üzerine Bir Röportaj'
Yaşam Cafe Haber Sitesi olarak, ödüllerle taçlanan roman Bekleme Odası ve okurlarla geçtiğimiz hafta buluşan Nadide Adalet‘in yazarı edebiyat dünyasının sevilen kalemi Serhat Kaya ile hayata ve insanlara dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sizler için hazırladığımız bu özel soru-cevap röportajda, yazarın iç sesini ve edebiyata dair derin düşüncelerine duyma fırsatı bulduk. Serhat Kaya, duygu yüklü üslubu ve toplumsal meselelere dokunan cesur kalemiyle okuyucuların gönlünde taht kurmuş bir yazar. 

Yeniden Sen ile başlayan yazma yolculuğu, UmursamaAzadAzınlıkta KaldıkRenkli Rüyalar ve Katarsis gibi eserlerle devam etti. Özellikle Renkli Rüyalar ve Katarsis ile kazandığı ödüller, onun edebiyat dünyasındaki etkisini perçinledi. 2024’te yayımlanan Bekleme Odası, 54. Orhan Kemal Roman Armağanı’nda yarışarak adından söz ettirdi ve biri uluslararası olmak üzere toplam 4 farklı ödüle layık görüldü. Kaya, şimdi ise Nadide Adalet ile okurlarını yeni bir duygusal ve düşünsel yolculuğa davet ediyor. Yazara yönelttiğimiz farklı sorularla onun hem edebiyata hem de hayata ve topluma dair düşüncelerine yakından bakma fırsatı bulduk.

Kitaplarınızda genellikle hangi temaları işlemeyi tercih ediyorsunuz ve neden?

Anlam ve arayış, bazen geri dönüp uğradığım bazense ilk kez vardığım duraklar oluyor. İnsan, neyi kaybettiğini bilmeden arar bazen; bir evi, bir sevgiliyi, bir anıyı, en çok da kendini. Yazdıklarımın arka plandaki dekoru bazen bugünün Fransa’sı, İran’ı ya da 40 yıl öncesinin Türkiye’si olabilirken, ön plandaki temalar çok değişmiyor bence ama merkez konu hep toplumsal açıdan dikkat çekici oluyor. Ve mutlaka arayış temaları. Arayışlar, hepimiz için bir tür yara gibidir, herkesin içinde mutlaka bir yara var ve ben mümkün olduğunca yazarken o yaralara dokunuyorum ama usulca, kanatmadan.

---

Edebiyat sizin için ne ifade ediyor; bir kaçış mı, bir yüzleşme mi, yoksa başka bir şey mi?

Edebiyat, daima bir ayna, lakin kırık bir ayna. Yansımanı görüyorsun, ama tam değil; parçalar eksik, kenarlar keskin. Kaçış değil, yüzleşme de değil; daha çok bir diyalog. Edebiyat sayesinde kendi ruhunla, dünya ile, okurla konuşuyorsun. Bazen fısıldıyorsun, bazen haykırıyorsun.

---

Bir karakter yaratırken ilhamınızı nerden alıyorsunuz; gerçek hayattan mı, yoksa tamamen hayal gücünüzden mi?

Kitaplarımı okuyanlardan çok sık duyuyorum bu soruyu. Koşullanmıyorum diyebilirim, karakterler, sokakta karşılaştığım bir gölgenin, bir kahvehanede duyduğum yarım bir cümlenin, ya da gece yarısı uykumu bölen bir rüyanın izdüşümü de olabileceği gibi, hiç var olmamış baştan ayağa kurgudan da ibaret olabilir. Gerçek hayatla hayal gücü arasında bir sınır yok benim için; biri diğerini doğuruyor. Bir yabancının gözlerinde gördüğüm keder, aşina olduğum ruhuma komşu bir karakterin kalbinde hayat bulabiliyor.

---

Öykü ya da roman yazarken sizi en çok zorlayan süreç hangisi: kurgu oluşturmak mı, duyguyu aktarmak mı, yoksa başka bir şey mi?

Duyguları aktarmak çetin iştir. Kurguysa bir iskelettir, onu kurmak da zor ama daha mümkün. Ama o iskelete can vermek, bir kalbin atışını kelimelerle duyurmak… İşte bu, bazen bir uçurumun kenarında yürümek gibi. Okurun o duyguyu hissetmesi için, önce kendim ikna olmalıyım, yazdığım düşündürücüyse en çok beni düşündürmeli, hüzünlüyse en çok ben ağlamalı, ben yanmalıyım.

---

Yazılarınızda melankoli mi yoksa umut mu daha ağır basıyor?

Melankolisiz olmaz, o hâl bir nehir gibi akar ruhunda; sakin, derin, ama durdurulamazdır. Umut ise o nehrin kıyısında titreyen bir ışık, bir yansıma gibi. İkisi de var, ama melankoli daha baskın; çünkü insan, kaybettiğini ve kaybolduğunu hatırladığı anlarda daha çok var olur. Umut ise tüm o hatırlayışların sessiz tesellisi benim için.

---

Bir yazarda “iyi” olmayı ne belirler sizce; teknik mi, samimiyet mi, yoksa başka bir şey mi?

Samimiyet, her şeyin anahtarı. Teknik, bir zanaat; öğrenilir, geliştirilir. Ama samimiyet, kalbin çıplaklığıdır, kurgulayarak samimi olamaz, samimi olduğunuzu da hissettiremezsiniz. Okur, kelimelerin ardındaki yapaylığı hemen sezer. İyi yazar tanımı ise çok geniş açıklamalar yapmaya muhtaç, çok göreceli. Ama her iyi yazar için ortak bir nüans var ki; yazdıklarınızı okuyanlara “ben de böyle hissettim, hissediyorum” dedirtebilmek.

'Serhat Kaya’yla Edebiyat, İnsan ve Toplum Üzerine Bir Röportaj'
---

Kitaplarınızda okura bırakmak istediğiniz en güçlü his nedir?

Yazdıklarımla okurda oluşmasını hissettiğim bir düşünce tasarımı söz konusu değildir. Ama mesela bana ait bir kitabın son sayfası da okunup bittiğinde okuyanın ulaşacağı bir anlık sükunet tesis etmek benim için mutluluk verici olur. Hayatın gürültüsünde, okur bir an dursun, kendi içine baksın, kendini bulsun istiyorum. Belki bir hüzün, belki bir tebessüm ya da teselli ama mutlaka bir iz. Okuduktan sonra bir süre her şeyden ve herkesten soyutlanıp sessiz kalsınlar, yeter.

---

Bir öykü ya da romanın başlangıç noktası sizin için genellikle ne oluyor; bir görüntü, bir duygu, bir olay mı?

Her şey, bir anlık bir görüntüyle başlar, filmler, kitaplar, tablolar ve nicesi. Mesele, o görüntünün, siz onu yazdığınızda ya da bir ressamsanız resmettiğinizde herkesin görmesi gereken değerde bir görüntü olup olmadığıdır zaten. Bu önemli, çünkü insanlar eserlerinize geri kazanmayacakları bir şeyi, ömür zamanlarını ayırıyorlar, bunun karşılığını layıkıyla vermekle kul hakkı yememekle eş değer bir merkezde benim nazarımda.

---

Ödüller yazma motivasyonunuzu nasıl etkiliyor; baskı mı yaratıyor, yoksa teşvik mi ediyor?

Ödüller, bir yabancının omzuma şefkatle ve güvenle dokunması gibi. Güzel ama kalıcı bir duygu doğurmuyor. Motivasyonum, içimdeki bitmeyen sorgulardan gelir; ödüller bunu ne artırır, ne eksiltir. Baskı yaratmaz, çünkü yazarken sadece kendime ve okura hesap veririm. Ödüle layık görüldüğüm için iyi bir yazar, görülmediğim için de kötü bir yazar olduğumu düşünmem.

---

Edebiyatın, bir sanat dalı olarak toplumdaki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Edebiyat, toplumun vicdanıdır; ama çoğu zaman duyulmayan bir fısıltıdır. İnsanlar koşarken, edebiyat onlara durup düşünmeyi hatırlatır. Günümüzde yeri daralmış gibi görünse de bir avuç insan hâlâ o fısıltıyı bence güçlü duyuyor. Ve bu, kucağınıza iddialı gelebilir ama bence edebiyat ve sanat dünyayı ayakta tutuyor.

---

Günümüz toplumunda insan ilişkilerinin en büyük sorunu sizce nedir?

Yüzeysellik, sahtelik ve menfaatçilik üçlemesi bir arada diyebilirim. İnsanlar birbirine dokunuyor ama hissetmiyor. Kelimeler söyleniyor ama anlam oluşmuyor. İnsanlar birbirine eskisinden çok daha uzak, yakınlaşıldığında ise genelde maskelerle merhabalaşıyorlar; samimiyetse en büyük kayıplardan. İlişkiler, bir anlık parıltılarla başlayıp, adı “çıkar sağlama” istasyonlarına kadar olan varışlarda sessizce sönüyor.

---

Toplumsal değişimlerin yazma tarzınızı veya konularınızı etkilediğini düşünüyor musunuz?

Toplum, bir çağlayan gibi; bazen sakin, bazen taşkın. Onun akışı, kalemimin yönünü muhakkak değiştiriyor. Günümüzün hızı, yalnızlığı, kaosu, yazdığım karakterlerin kalıbına sızıyor. Ama özde değişen bir şey yok; insan, hep benzer duygularla bir arada ve bir çeşit döngünün tam orta yerinde yaşamaya devam ediyor.

---

İnsanların birbirine karşı giderek artan mesafesini nasıl yorumluyorsunuz?

İnsanlar, birbirine yaklaşırken bile uzaklaşıyor çünkü asıl niyetlerini, menfaatlerini gizliyorlar. Teknoloji var herkes için ulaşılabilir bir köprü ama soğuk bir köprü. Göz göze bakmayı unuttuk; ellerimiz ekranlarda, acılarımızı silemesek de uyuşturmak, yok saymak istiyoruz. İnsanın, diğer bir insanla olan mesafesi korkulardan doğuyor; sevmekten, yaralanmaktan, kaybetmekten, yok sayılmaktan korkuyoruz.

---

İnsan olmanın özü sizce nedir; sevgi mi, acı mı, yoksa başka bir şey mi?

Acı, insanın hamuru; sevgiyse biçimlendirmeye yarıyor, o hamuru yoğuran el gibi. Ama özü, sorgulama. İnsan, neyi aradığını bilmeden yollara düşer, aramasını ve sorgulamasını sürdürür. Sevgiyi bulsa tatmini eksik, acıyı bulsa yaralı fazla olur, hayat böyle bir olgu. Öz, biraz o bitmeyen yolculukta saklı; ben daha o öze kendi adıma temas etmiş değilim ki size bir genellemeyle bunun yanıtını verebileyim.

---

Hayatın anlamını aramak mı, yoksa anlamsızlığını kabul etmek mi daha değerli?

Sorunuz, “daha mı değerli” yerine “daha mı az yorucu” gibi bir finalle bitse daha kolay yanıtlanabilirdi. Ama değerliden bahsetmek, buna kati bir yanıt biçmek zor. Anlam aramak, insanın en güzel isyanı bence. Anlamsızlığı kabul etmek, bir teslimiyet; kolay gibi algılanabilir ama bence soğuk bir kolaylık, sevimsiz. Aramaksa, bir yıldızın peşinden koşmak gibi; belki varamazsın, ancak o koşu seni daha çok besler. Değer ve değersiz olansa tüm arayışlarımız boyunca yol aldıkça ardımızda bıraktığımız izlere yeniden bakınca hissettiklerimizde.

 

✎ Dileklere kavuşmanın etkili yolunu öğrenmek istiyorsanız tıklayın.

0 Yorumlar